11 Ağustos 2017 Cuma

KUŞLAR YASINA GİDER



Hasan Ali Toptaş.

Kulağa yazarlığa yakışan bir isim gibi geliyor diye düşünmüştüm ilk duyduğumda. Okurda, neden daha önce tanışmadım paniği de yaratabilecek güçte bir isim...

"Kuşlar Yasına Gider" yazarın okuduğum ilk kitabı. Tanışma vesilesi. Kitabı okurken aldığım notları bölüm başlıkları altında topladım. İlk tanışma olduğu için başlangıçta duygularım düşüncelerim tam oturmadı, biraz sağa sola sürüklendim. Kitabın da sanki bu yalpalanmayı yaşadığını hissettim. Sonra farkında olmadan dost olduk. Dostluğun derin olanı, nasıl başladığını fark ettirmeden başlayandır diye düşünürüm. Bittiğinde bitmemiş gibi yaptım biraz. Çantamdan çıkmadı, kendi kendine benimle oraya buraya gitti geldi bir süre. Bazı kitaplarda bunu yaşarım.

Sonra içimde bir yerlere gitti oturdu, yerini bilen tüm sevilenler gibi...

Bölüm 1:
Okurunu bulan kitaplar vardır; anlatılanların okuyucuda doğrudan karşılık bulduğu, duygusal ritim uyumu olan, sözcüklerin beynin sorgulamasına uğramadan doğal bir meyille kalbe akarak anlamlandığı ..
Kuşlar Yasına Gider neden kurulduğunu anlayamadığım cümlelerle aslında bir dengesi varmış da bozulmuş gibi. Ana karakterin karısıyla ve kızıyla olan iletişimini kafamda şekillendiremedim, diyaloglarını tanıdık bulamadım. Karısı sanki yeni evlenmişler de kocasının ailesinin hikâyelerini ilk defa duyuyormuş gibi. Hatta adamın karısı değil de iş yerinden arkadaşı gibi.

Çocuğun ağzına "bab" hitabını hiç yakıştıramadım, oturmuyor, uymuyor.


Bölüm 2:
Kitapla aramda oluşan uyumsuzluğu gözardı ederek okumaya çalışırken ve yorulmaya başlamışken, ortalarına doğru doku uyuşmazlığı kaybolmaya başladı.
Yarattığı sahnelerden duygular geçti bana, kafasının içindeki dünyayı kıtabın ortalarına doğru algılamaya başladım. Hayallerin sahne alması rahatlattı, umutsuzluk içindeyiz çoktandır. Fırçanın ucundaki beyaz renk içimdeki suya dokununca dalga dalga beyazladı...

Ve 'bab'ları yavaş yavaş duymamaya, kelimelerle savaşmayı unutmaya başladım

Ara ara isyan ettiğim köşeler oluyordu tabi...


Bölüm 3:

Coğrafya güzellemesi yapmadan, bütün doğallığıyla sunulmuş sahneler. Araba yolculuklarından sıkılmamıştım zaten ve nereye kadar devam edeceğini merak ediyordum. Ya da etmiyordum da tadını çıkarıyordum galiba. Yolculuklar kendi başlarına birer hikaye oldular artık  Yolculuklar küçük ölme provalarıdır bence. Ölüp gidiyormuş gibi deneriz gitmeleri. Beyaz atla ve beyaz gömlekli çocukla başlayan doğa üstü öğeler yerini zamansızlığa ve hatta kuantum düşüncelere bıraktığında iyice keyfim arttı. Yazarla yakınlaşmaya başladığım sayfalar geldi.
Arada bir hâlâ mesela annenin ağzından; "Bilerek mi satın aldı yoksa öyle mi denk geldi bilmiyorum" diye, hiç de karaktere uymadığını düşündüğüm cümleler başını uzatıyor olsa da, artılar eksileri süpürüyordu.
Kitabın karakterlerinin 'iyiliği' de ayrı bir karakter sanki. İyilik karakteri var, hiç kötülük yok. Kötülük şehir sınırları içinde kara bir bulut gibi. Daha çok arka planda bir karaltı.  
Karakterler içinde ise; at kişnemeli telefon ziliyle Hüseyin dayı meselâ, atının özlemiyle etrafında yarattığı rahatsızlık onu kitabın en 'kötüsü' yapıyordu bana göre. 
Bunun bana ütopik gelmesine üzüldüm. Çünkü tek başına kitabın havasına hakim olan 'iyilik' karakteri çok imkansız özellikler içermiyor. Çok olası ama sanki çürütülmüş değerlerimizle, elimizden kaçırdığımız bir şey gibi. Kendi kaybettiklerimizle yüzleşirken dönüp dönüp kapaktaki resme bakıyorum. Otobüs yolculuklarının 'en Anadolu manzarası' değil midir bu? Nerede bu Anadolu? 

Bölüm 4:

'Yaşam' (kitabın yazar kahramanı bana göre yaşamı temsil ediyordu) Ankara'ya döndüğünde ölüm geliyor. Kedisini kaybetmiş üzgün çocuğunu güldürdüğü anda ölüm geliyor. Sahne kararıyor, matem örtüsü..
Ve karanlığın içine hayata dair bir el uzanıyor, kalem biçiminde. İçi boşalmış nicedir. Can suyu ile dolmayı bekliyor. Hayat mı kazanıyor, ölüm mü diye düşünürken, cevap gibi bir "biri var oldukça diğeri de var" sesi çözülüyor bir köşeden...