28 Eylül 2013 Cumartesi

UMUTLARIN BİTTİĞİ AN




Hayatı elinden alınan her zaman yolcusunun
Gördüğü kâbuslu rüyalar aynı renkti belki,
Sürgüne giden her ruh için savaşmak
Söndüremediği yangınlarla yaşamaktı.
Gökyüzü başka, yıldızlar başka parlarken,
Güneş belki de artık hiç doğmayacaktı…
İlk ve son yolculuğunda,
Ait olduğu ve ona ait olan her şey
Denizlerin arkasında, güneşten hızlı
Hareli kızıllığın nefesinde kayboldu.

Bir kadın…
Sonunu kendisinin de bilmediği yolda,
Altından ateşlerin aktığı köprülerden,
Yarını olmayan bugünlere geçerken
İçinde büyüyen umutsuzluk,
Bir lahit kapağı gibi ağır ağır düştü,
Işığını söndürdüğü umudun üzerine.
Teslim ettiği ruhu kaldı,
İçi boş ve ayaklarının dibinde,
Zamanı bıraktığı yerde…

Ve suya düşmüş aksine bakarken şehir,
Çıktığı sonu belirsiz bu yolculukta
Alacağı yaralarda ve intikamlarda
Masumiyet onu ilk terkeden olacaktı.
Bir çocuk oyunu kuralsızlığında,
Ortasında çıkıp gittiği geçmişin
Bin parça hayaline yorgun bir veda,
Kaderine sırtını dönmüş, kıyıya yaklaşırken,
Gözleri ufuk çizgisinde nafile aradı
Bir tanıdık yüz, bir tanıdık seda…

23 Eylül 2013 Pazartesi

KOŞARADIM HAYAT






Güneşi kalbinden vurmalı,
belki değer o zaman yaşamaya
sonrası uzak kış, sonu bilinmeyen bu yolda.
Kitaplar dolusu kelimeler üstünde,
içim gidip dururken bir şehirden bir şehre,
hepsini silmeli romanlardaki kasvetli günlerin.
Gözyaşları küçük ayrılıkları ıslatırken
bütün yolculuklar provası belki, gerçek gidişlerin.

12 Eylül 2013 Perşembe

İNSAN OLABİLMENİN YOLUNDA


İçimden eşlik ettim sonsuz olma hevesine çizgilerin
Kayıp giden yollarda, kayıp eşyasıyım bir gidenin
Aranıp sorulmamış başından sonuna kadar yolun
Görünmez arkadaşlığı suskun, kalbime iyi gelenlerin

Tanımamış gibi yapıyorum bildiğim herkesi
Ketum perdelerde dalgalanıyor isimlerin gölgesi
Onlardanım ben de, çok unutmuş çok unutulmuş
Bir hayatı başlatıp, birinin sonunda yer tutmuş

Hem eskiyim hem yenik derdine düş arayana
Bekleyeni hiç olmamış yerlere varma çabasında  
Bir telaşla, sanki dünyanın döndüğü yetmiyormuş gibi
Fuzuli bir hikayenin sonuna bekleniyormuş gibi 

Adımlarım bağlı bensiz verilmiş kararlara
Sorularım çoğalıyor, cevaplar aynı sayıda 
Yaşayanların içi göstermiyor yenilgiyi
Granit gurur karışmış insan gururlara






















8 Eylül 2013 Pazar

DENEMELER ve YANILMALAR - Şehirde tanışmalar

Şehirde bir tanışma-1
‘Birbirine aşina insanlar ülkesi’
 Bir insanı bilmek ne güzel, ne güvenli bir yolculuktur.
Yanında, yakınında, elleri üzerinde, kelimeleri birbirlerine yıllardır aşina.
Yakın arkadaşlar... Yakın arkadaşların hep yaptıkları…
Onlara sıradan gelen şeylerin tümü…

Ne hoş bir ülkedir, kapısından bakıp asla giremeyeceğin,
İçerdeki herkesin zaman anahtarıyla kapıları açabildiği,
Girdiğinde yolunu rahatlıkla bulabildiği,
Nerelere uğrayıp uğramayacağını hissedebildiği,
‘Birbirine aşina insanlar ülkesi’.

Bu ülkenin yerlisi, yabancıların ne hissettiğini bilmez.
Herkes birbiriyle mutlu oluverir yabancının önünde
Gardını alır girersin, peşin yargılarını kapıda bırakıp.
Sadece ayakta kalmak olur amacın, onu da başaramazsın.
  
Şehirde bir tanışma-2
Hayranlık
İnsan tanınabilir mi ‘gerçek anlamda’?
Sırtını dayayabilir, ya da  yüzünü çevirebilir mi,
kararlılığından asla emin olamayacağı bir varlığa?

Aynı şehrin farklı kuytularında,
Gözlerden uzak onlarca an’dan sonra
Bir gün iyi bir salonun, güzel bir tanışma anında,
Güzel giysiler içinde iki kişi gülümsedi birbirine…
Bir taraf ‘hayranlığının’ gücüyle buldu diğerini,
Diğeri hayran olunmak için hazırdı orada.

Şehirde bir tanışma-3
Ve Yalnızlaşmak Kalabalıkla…
Fonda gece siyahı, üzerinde yanıp sönen yaşamlarla boyanmış bir şehir..
her aşk ilk burada sözleşir, her son ilk burada vedalaşır.
Belki yarınların içinde güzel olanlar vardır,
şehrin bir köşesinde bizi bekleyen ..
belki de çoktan geçip gitmiş bir gezginin bıraktığı
dilek parasıdır hayat..

Aynadaki, kadehteki, penceredeki aksine kalırsın,
Bir geceye bakarken ışıklı bir salondan,  
Kiminin hayallerini süsleyen dokunuşlar,
kimisi için konuşmaya üşenmenin yerine geçer.
Kayar altından zemin, yer yerinden oynar.

Kalabalıkların içinde, insanın kendi yalnızlığıyla tanıştığı anlar
Pamuk ipliğine bağlı olduğu anlaşılan mutluluklar.

Şehirde bir tanışma-4
Tanıdığını sandığın bir an vardır…
Birisi gider. Ortada göstermediği bir hayat,
Yağmur altında beklerken bilmediğin dilde bir dua
Tanımadığın bir kadın, elini tutar bir çocuğun,
Çocuğun gözlerinde arkasından gözyaşı döktüğün adam,
Seninle hiç paylaşılmamış bir hayat çıkar karşına.

Birisi gidip birisi kaldığında tanışır bazen iki insan…
Kalan tanışır gidenden kalanla,
Konuşulmamışların içinden çıkan bir hayatla.

5 Eylül 2013 Perşembe

Sonbaharın deniz mevsimi gelince...




Çaresiz bir 'kapalı' yazısı her dükkanın kapısında,
Akdeniz bize bakardı, biz ona,
Sahil kasabalarının bekleme mevsimidir bu
Tüm dünya sanki bir şehirde, bizi almadıkları
Bilirdik oysa ama yenilirdik yine de hep aynı duyguya,
Ne kadar kalabalıksa etrafımız yazın,
O kadar yalnızlık kalırdı elimizde sonbaharda...

4 Eylül 2013 Çarşamba

DENEMELER ve YANILMALAR-Yarısı boyanmış bir resim tutmaktı elinde, mutluluk.

Mecburiyetlerden, endişelerden, zaman ayarlı gelecek planlarından arınmış bir rüyada yürümek.
Bir rüya olduğunu bilmeden.
Kendisiyle baş başa kalan insanın boyaması kendi geçmiş tablosunu, gelecek umutlarını, kendi istediği renklerle. Bir yandan da “Yaşam ne büyük bir yanılsamaymış” demesi…
Hissettiğinin mutluluk olduğunu sonradan anlayarak…
Anladığında o an’ın da geçip gittiğini görerek…


Bu insan denen karmaşa…
Hatıralarla ve hayallerle mutlu olunuyorsa, gerçeklerden geçilmiyor demek ki mutluluğa. 
Gelir gelmez başka bir gökyüzüne göz kırpan, hissedildiği an kanatlanıp giden bir duyguya bu kadar bel bağlamak…
Bu kadardır işte, acınacak kadar sadece. Yolculuğun kendisidir işte. Durduğunda bitip gitmiştir bile.
Baktığında göremediğin.
Yarısı boyanmış bir resim tutmaktır elinde mutluluk. Diğer yarısı tamamlanabilecek kadar beyaz boşluklu.
Sana verilen yüzü bir başkasının güldürmesidir bir an.
Yarısı bitmiş bir evdir, içindeki huzuru hayallerle tarif ettiren.
Mutluluk bilmemektir, tanımamaktır aslında, görünür gerçekliklerden geçmeyen... Gerçeklerden geçilmiyor demek ki mutluluğa…

Uzun bir otobüs yolculuğunda duygular hızlanır, içimdeki dünya, dışarıda hızlı hızlı geçip giden dünyaya karışır. Bazen içimde bulurum mutluluğu, bazen dışarıda. Cam kenarı koltukta, camın diğer tarafında, ıssızlığın ortasında, içinde kaybolduğumuz şehirli hayata meydan okuyan, bir saçak altında mutlu olduğunu düşündüğüm bir yaşam karesi mesela. ‘Mutluluğu’ hayalimden çıkarıp yapıştırıverdiğim. Etiketlediğim. Kalabalıkların ve binaların ortasında yapayalnız kaldığımda hatırlamak için. Saniyeler içinde görünüp kaybolan o resimde, iki insanın sözsüz diyalogunun anlık renkli görüntüsünde, belli ki ne giysiler, ne de akşam yemekleri, ne tatil planları önemli... Belki mutluluk da önemli değil hatta.
O gördüğüm renklerden çok azının kendimde olduğunu bilirim. Bu bir seçimse, yapılmış benim için, veya yapmışım. Çıkıp gitsem, artık yeni seçimlere aşina olmak için geçecek süreden ürkerim.
Mutluluk amacına tutsak olmuş modern kurbanlar olduğumuzu düşünürüm.

Her yaşamın sonunda bir ölümün olmasıyla ortaya çıkmış bir buluştu mutluluk, insan yapımı. Bitmemesi üzerine kurduğumuz hayatın, biteceğini bildiğimiz için yarattığımız.
Bir de görsek ki bitmiyormuş hiçbir şey!.. Kime itiraf ederiz ilk hayal kırıklığını?
Dağlar kadar ilham geçecek olsa bir sanatçının ruhundan? Ya da bilgi, bilim adamlarının aklından. Nasıl bir hüzünde kayboluruz, şairler gördüğümüzde akıntıya kapılmış, kelimelerde boğulan.?

Yokuş aşağı inen uzun, upuzun bir sokağın bir parça denizle biten ucuna sığabiliyordu oysa bütün çocukluk mutluluğum… Sokağın ucunda o deniz paçasını görmekti her şey.
Derinleştikçe koyulaşan mavi…
En güzel tonu hep uzaktan gördüğümüzde yakaladığımız…


Mutluluk mesafeyi korumaktı varlıkla ve yoklukla. Bu en ekonomik ve verimli yoluydu en çok zamanı geçirebilmek için mutlulukla.
Anlam yüklememekti belki de her alınan nefese. Anlamını bulanları ayırabilmekti hatıra kasasına.
Günlerin getirdiklerini ne sadece aklımızın kontrolüne ne de sadece duygularımızın hükmüne bırakmaktı.
Ve diyelim ki; dünyadaki tüm bilgilerle donansak ve her duruma kendimizi hazırlasak da, mutluluğun sırrı belki de sadece zamanın bir yerinde durup geriye bakmaktı.


30 Ağustos 2013 Cuma

SEYYAH



Bıraktığın izlerin üzerinde durur hep hayalin, hayalinin peşinde bir gezgin,
aşk bu muydu tam da?
Zamanlar geçecek ve sen yokluğumu fark edeceksin bir an.
İşte o zamana kadar ben acılarımı yaşamış ve teselli bulmuş olacağım.
Uzun zamandır hep beklediğim o an, şimdiki anın neresinde olacak?


Her dönüş daha çok bilmeye,
her özgürlük daha çok vedaya,
her tutsaklık daha çok bağlanmaya,
her ölüm yeniden doğmaya gider.

Her duygu, bitmez açlığını beslemeye,
her masal kendi gözleriyle görmeye,
her acı daha hızlı büyümeye,
her arayış daha fazla bulmaya gider.

Seyyah’ın devri tamama erdiğinde,
her eksik bir bütüne geldiğinde,
hesap defterine kilit vurulduğunda,
yolculuğuna yeniden başlamaya gider.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Bir Gece,Bir Aşk,Bir Müzik


Bir gece,bir yolculuk,bir aşk,bir müzik…
Çekip alır yüzümüzden günlük hayat maskesini.
Çıkarıp atar bir kenara yanlış öğrendiklerimizi.
Ne büyük harfli siz, ne küskün bir ben,
Bozulmuş anlamlar denizinde küreksiz gezen.
Bir gece,bir ayaz,bir ay ışığı,bir müzik ve ruhum çıplak…
Yolun kendisiydi mutlu olmak,
Elimde yarısı bitmiş bir resim tutmak,
Hayalimde yarım bir hüzne gülüş yakıştırmak.


23 Ağustos 2013 Cuma

CAN ATİLLA MÜZİĞİ hayatınıza girdiğinde…

50. yaş dinginleştiriyor insanı. Artık ne aşağıdaki kırmızı not kadar kızgınım, ne de önemsiyorum bir zamanlar önemsediğim kimi insanları. İçimdeki değişimleri not etmek hoşuma gidiyor sadece. Ve silmiyorum duygu izlerimi yazılı kayıtlardan, kendimi izleyebilmek için. Hayat devam ediyor...
Şubat 2024
Her insan gibi benim de yanılgılarım oluyor. Aşağıdaki yazıyı bütün samimiyetimle 2013 yılının Ağustos ayında yazmıştım. Bugün aşağıda yazdığım düşüncelerin hiçbirisini taşımadığımı da yine aynı samimiyetle yazıyorum. Bu notun da aşağıdaki yazıya ek olarak tarihe kalmasını istedim. 
Okuyanların bilgisine sunarım.
Eylül 2015


“Geriye her zaman ve sadece müzik kalır… Bizi çekip çıkaran, gerçeğin çıkmaz sokaklarından… Gözlerimi dikmiş teşekkür ederken ve avucumdaki kelimeleri avucumun küçüklüğünden utanarak uzatırken buldum kendimi, kocaman müziğin gücüne.. “


  


“İnsanların müziğimi sadece dinlemesini ve dinledikten sonra tüketmesini istemem, müziğimin onların hayatlarının bir parçası olmasını isterim.” Can Atilla

           Zamanının ve toplumunun önünde giden her sanatçı için ‘zoru başarmak’, toplumun samimiyetle sanatçısının ürettiklerini talep eder hale gelmesidir sanırım. “İnsan içindeki güzellik kadar güzelliği idrak eder” sözüne göre, kalplerdeki güzellik arttıkça sanat üretimine ayak uydurabilme hızı da artar. İnsanların içindeki güzelliği büyütecek güç de yine sanatçının elindedir aslında. Bu zorlu yolda sanatçıyı bekleyebilecek tehlike; toplumun -kasıtsız olarak-, üretimini beğendiği sanatçıyı benzer eserler üretmesi için zorlamaya başlamasıdır. Sanatçı bu nedenle; kendi varlığını sürdürebilmek için, toplumun her zaman bir adım ilerisinde gitmek durumundadır. Popüler olmayı elinin tersiyle iterek, zamanın kendi lehine çalışacağına güvenecek kadar ürettiklerinden emin olarak… Bunu başarabilen sanatçılar, toplumların şanslarıdır.
          Sanatın ‘tanrısallık ışığından’ en cömert payını alan dallarından birisi müziktir. İnsanların iç dünyasına ulaşma hızı ve ulaştığında yarattığı etki bakımından diğer sanat dallarına göre üstünlüğü fazladır. Ve her insanın ruhuna ait bir müzik mutlaka vardır. Bugün sayıları asla yeterli olmamakla birlikte, ülkemizden dünya müzik sahnesine, kendi tarihimizden ve yerel kültürümüzden yola çıkıp, evrensel değerlerle beslenen zarif, yüksek kaliteli, zengin içerikli, iddialı müzikler sunuluyor. Duyarlı kulakların, duygulu kalplerin, müziğin derinliklerinde kaybolarak kendisini arayanların, sevgi, yalnızlık, aşk, tutku, hüzün, gibi güçlü duyguların zirvelerinde hayatlarını anlamlandıran müzik tutkunlarının, toplumun genelinden daha hızlı bir refleksle fark ettiği ve peşine düştüğü değerli müzisyenlerimiz var ne mutlu ki. Bu müzisyenlerimizin en önemlilerinden birisi de; dinleyenlerin üzerinde bıraktığı etkiyle, üretkenliğiyle, arayışlarıyla, yaratıcılığıyla, bereketli bir müzik nehri gibi hayatımıza akan, en değerli müzik kaynaklarımızdan birisi olan Can Atilla’dır…

            Bu yazıya başlarken, röportajlarında anlattığı müzikal detayları alıntılayarak tekrarlardan oluşan değil, tamamen kendi duygularımı anlatan bir yazı yazmaktı amacım. Yaptığı müziğe ne denli büyük bir ilgi ve hayranlık beslediğimi içeren derli toplu bir Can Atilla yazısı yazmak ve daha da önemlisi; onun müziğinde henüz yolculuğa çıkmamış olanlara da neler kaçırmakta olduklarını anlatmaktı.
            Dinlemeye yeni başlayanlar için söyleyebilirim ki; hem Can Atilla müziğinin, hem de sanatçının yarattığı eserler boyunca hissedilen tüm manevi arayışlarının büyüsü ve gücü, -eserlerin üretimi açısından- zaman sırasıyla dinlendiğinde daha net hissedilebiliyor. Bir süre sonra müzikle tam olarak bütünleştiğinizi hissettiğinizde, bu sıcak bir ikili ilişki halini alıyor ve bazen kendi ruh halinize en uygun besteyi içgüdüsel olarak seçiyor, bazen de müziğin sizi istediği yere götürmesine seve seve razı oluyorsunuz.
            Can Atilla’nın kendi deyimiyle; ‘Laboratuarında’ yarattığı eserlerin önemli bir kısmının başlıca teması; Osmanlı İmparatorluğunun var olduğu coğrafyalardaki etkisi ve dünya medeniyet tarihinin köşe taşlarını oluşturan kişiler ve olaylardır. Bunun dışında Cumhuriyet tarihinin destansı kahramanlıklarını, dünya edebiyat tarihinin efsanevi aşklarını da konu etmiştir. Onun bakış açısıyla ve notalarıyla bakılan her şeyde bir sihir vardır.


“İnsanların ruhunu yüceltmek için, kendi geçmişleriyle gurur duymasını sağlamak, Türkiye’de sanatla uğraşan her insanın boynunun borcudur.” Can Atilla

              Eğitim sistemimizde, tarihimizle ilgili bilgiler kapsamında sadece savaşların kronolojik sıralaması verildiğinden, coğrafyamızda meydana gelmiş ve dünya tarihine damgasını vurmuş önemli olayların aktarımında insani yön hep eksiktir. Mimarlık ve sanat tarihi kapsamında da, simgesel tarihi yapıların sadece teknik detayları hakkında bilgi almakla, büyük bir kültür döneminin insani yönü yine eksik kalmaktadır. Edebiyat bu açığı doldurabilecek bir alan olsa da, burada da okur ilgisini çekmek adına yapılan öznel yorumların fazlalığı, konuyu dağıtmak veya gerçeklerden uzaklaştırmak gibi olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Can Atilla tarihimizde eksik kalan bu insani ve kültürel yönlerin yeni nesillere aktarımında besteci kimliğiyle, olaylara ve önemli tarihi kişilere benzersiz müzikal vurgular yapmış, olayların, mekânların ve kişilerin akılda kalmalarını sağlayıcı güçlü perspektifler sunmuştur. Bu perspektiflerin kalıcı değeri şüphesiz, zaman içinde çok daha fazla kişi tarafından algılanacaktır.
              Onun albümleriyle birlikte heyecan verici bir rehber eşliğinde hem tarihe doğru ustaca yönlendirilirsiniz, hem de bu zarif yönlendirmeler ışığında nerelere odaklanacağınız biraz da size bırakılmıştır. Her eserinin sizi kendisine bağlayan bir ana teması olmasının yanında, o ana temayı besleyen yan bölümler, tali yollar, gizli geçitler, duygusal nişler vardır. Eserler tekrar tekrar dinlendiğinde ana konunun dışında, kuytularda köşelerde nice başka ‘duygusal deneyimler’ yaşanır. Hatta kendi hayatınızla ilgili zamansal ve mekânsal deneyimlerdir onlar.
Ve bu eşsiz deneyimler sadece bunlarla da kalmaz.
              Plastik sanatlarla az veya çok ilgilenenlerin aşina olduğu sanatsal unsurlar vardır; Oran, ritim, ölçek, denge, uyum, karşıtlık, zıtların birlikteliği gibi. Sanatla ilgili eğitim almamış kişiler de bu kavramları eserlerde bilinçli olarak bulamasalar da hissederler. Ustalıkla oluşturulmuş tüm sanat eserlerinde, esere eşsizlik, özgünlük kazandıran özelliklerin yanında bu öğelerin biri veya birkaçı mutlaka vardır. Can Atilla müziğindeki yolculukta da, bu sanatsal öğelerin ustalıklı kullanımı nedeniyle müziği kimi zaman bir mimari esere, kimi zaman bir heykele, veya bir tabloya bakıyormuşsunuz gibi deneyimlersiniz. Müzik içinizde somutlaşır adeta.
              Dinleyenlerin yaşadıkları kişisel deneyimler sosyal medyadaki dinleyici yorumlarının da ana konularından birisidir zaten. Can Atilla’nın her dinleyicisi ruhunun kendi geçmişine yaptığı yolculuktan, uçmak gibi bir his yaşadığından, aşkı ve hüznü hiç bu kadar derin hissetmemiş olduğundan mutlaka bahseder. Bu kaçınılmazdır. Benim de müzikle beraber keşfettiğim bir yığın saklı anım oldu. Müzikle beraber artan Ankara sevgim, çocukluğum, yaşadığım yerler, Akdeniz, Ege, hatta daha detaylı olarak, begonvilli beyaz evler, sonsuz maviliklerde uzun deniz yolculukları, güneşin sıcaklığı, ay ışığı romantizmi, yıldızlar, gece, yalnızlık... Yaşanmış, yaşanmak istenmiş ve yaşanması düşlenen anlar ve duygular yığınıdır, müzik dalgalarının beni çektiği yerler.

“Kalbi beyin olarak kullanmak mümkün müdür? Ben bunu yapmaya çalışıyorum.” Can Atilla

Usta müzisyenin, bilinçaltının gizemli ve yaratıcı zenginliğini bizlere açmaya çalıştığını anlarsınız. Müzik böylelikle eşsiz bir iletişim aracı olur, yaratıcısıyla dinleyicisi arasında…




             Can Atilla bir röportajında, Osmanlı temalı albümlerinden Aşk-ı Hürrem albümü üzerinde çalışırken, Kanuni’nin Hürrem’e olan karşılıksız aşkından nasıl etkilendiğini, bu karşılıksız aşkın kalbini nasıl kırdığını anlatır. Can Atilla’nın bu hikâyeden etkilenişi müziğine öylesine derin sinmiştir ki, albüm boyunca hem Kanuni gibi kudretli bir padişahın, hem de Can Atilla gibi bir müzik dehasının kırık kalpleri arasında kalırsınız. Bu kalplere bağlanırsınız. Güçlü, katı ve çoğunlukla zalimlikler içeren bir düzene sahip olduğunu bildiğimiz bir İmparatorluktan çıkan kırılmış bir kalbin, belki de tarihin akışını değiştirdiğini düşünmeye başlarsınız. Eski zamanlarda yaşamış güzel-önemli kadınların ve güçlü-önemli erkeklerin kırılmış kalpleri de bu kompozisyonu pekiştirir. Dinleyenlerin kendi kalplerinde de benzerlerini günlük yaşamlarından bulacakları kırıklar da eklenince, müziğin yarattığı bu duygusal bağımlılıktan ‘kurtulmak’ imkansızlaşır… ‘Kurtulmak’ istenirse tabii.

             Büyük tarihsel ve edebi olayları konu olarak seçtiğini ve seçeceğini söylemiş olmasına rağmen, bence Can Atilla hangi konuyu ele alırsa alsın, yaratıcılığı ile insan ruhuna ulaşılacak yolları her defasında bulacak ve kalpleri yeniden ve yeniden fethedecektir..

“…Çok sesli müzik adına 85 yıllık bir geçmişi olan bir ülkede bestecilerin ve tüm sanatçıların toplumsal bir sorumlulukla, yeni kuşakları ulusal ve evrensel sanatla buluşturacaklarına inanıyorum. Başka da yolu yok zaten.” Can Atilla-Andante dergisi röportajı-Eylül 2008.

             Tüm büyük keşifler gibi, Can Atilla müziğini keşfetmek için de gereken o sonsuz merak ve istek, daha ilk eserini dinlemenizle birlikte, yolculuğun başında kendiliğinden içinizde büyür ve bu duyguların karşılığını dinlemeye devam ettikçe fazlasıyla alırsınız. Kulaklarınız giderek alışır, müzik içselleşir, ruhunuza katılır. Bu yolculukta başladığınız yere asla geri dönmezsiniz. Çünkü müzikal algılarınız artık asla eskisi gibi olmayacaktır. Müzik içinizdeki kalıpları yıkmıştır bir kere. Ve aynı zaman diliminde dünyada bulunuyor olmanın tadını çıkartarak, var olan albümlerle birlikte, yeni albümlerin yolunu her zaman heyecanla bekliyor olarak yaşamaya devam edersiniz.

Can Atilla ile ilgili söylenen birçok söz içinde, içimdeki duyguları en açık şekilde ifade edebilmiş cümle şudur:
“ Tanrıya çok şükür ki bu adam yaşıyor ve biz onun müziğini dinleme şansına sahip oluyoruz." ( Voyager dergisi, Jason Hopkins )

Herkese, ruhunun müziğini bulması dileğiyle…

Kronolojik sırayla Türkiye’de çıkan albümleri: (Tiyatro ve film müzikleriyle, çeşitli kurumlar için yapılan bestelerle birlikte liste oldukça ve oldukça uzun)
Bilinçaltı (1992)
Waves of Wheels (2004)
Efsaneler Cariyeler ve Geceler (2005)
1453-Sultanlar Aşkına (2006)
Aşk-ı Hürrem (2007)
Mevlana’dan Çağrı Dans Müziği (2008)
Altın Çağ (2010)
1453-Fatih Aşkına (2012)
Çanakkale 1915 (Soundtrack Albüm-2012)
Leyla ile Mecnun (2013)
IDEA…(yeni)

Daha geniş bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Can_Atilla
                                   http://www.canatilla.net/

19 Ağustos 2013 Pazartesi

GEL YİNE İSTANBUL

Oysa, her vedanın yan yana duran, asil bir ruhu ile ezilmeye hazır bir gururu,
uzanıp gözlerini kapatan sıcak bir insan eli, gitmesin diye bir köşede ağlayanı,
giderken arkasına bile bakmayanı vardır.

İstanbul’un vedası, sessizce içimize yalnızlığı bıraktı, nesiller boyunca her birimize miras kalan...

Yıldızların ışıklarıyla kutsadığı bir gece,
Meleklerin kollarında güvende olduğunda gel.
Mecnunları aşkların kor ateşine attığın,
Keder gözyaşlarından alıp 

Nedensiz sevinçlere bıraktığın günlerdeki gibi,
Gel yine İstanbul..

Her bir sabahında ayrı bülbül serenadın,
Her şairin kalbinden akan kanla 

Kutsanmış şiirlerin olduğunda,
Yetim kalmış nicesine kucak açtığın,
Rüzgarınla yok ettiğin düşmanların,
Yeri göğü inleten şahlanışlarınla
Tüm boyun eğişlere inatla başkaldırdığında gel..

Ölümsüzlük suyundan içmiş notalardan ismin,
Kalbini çaldığın ressamlardan rengin,
Her maceraperestin gönlünden
Hafifmeşrep güzelliğin geçtiğinde gel…
Gel yine İstanbul..

14 Ağustos 2013 Çarşamba

DENEMELER ve YANILMALAR - Anılar,Evler,Kapılar,Yalnızlık


Bir müzik başlar ve öyle güçlü çeker ki; ‘Şimdi’den bir ayrılış kaçınılmaz olur…
İçsel bir müzik ve her insanın hatırladığı anıların bir yerlerine düşer gün ışığı. Kiminde bir bahçe aydınlanır, salıncaklı. Kiminde bir saç tutamı parlar, gecenin karanlığını çalan ay ışığı. Kiminde bir sokak köşesi, yıllar sonra tekrar görünce cılız, köhne haliyle utanır gibi duran. Kiminde ortak bir gülme anı, neye gülündüğü meçhul, sadece donmuş kahkahalar, annenin ve babanın gençlik, tecrübesizlik günleri. Çocukluğa dair bir duygu…Her biri kişiye özel…

Yaşananların içinden seçilen resimler, birer ‘anı kimliği’ ile,  özenle yerleştirilir, içimize zimmetli bir anı albümüne. Resimleri anı albümüne seçen o ‘anı seçici’ kimdir acaba? Yüzlerce defa yürüdüğümüz o yolun, bakmadığımız ağaçlarının yaprakları meğer içimizde bir yerlere düşmüştür. Sevdiğimiz birisi ile kavga ede ede yürüyüşümüz geçmiş zamanın eline düşünce içimizi ezecek kadar ağırlaşır. O yolu tekrar tekrar yürümeye çeken bir girdaba dönüşür… Tekrar yürüsek kavga etmeyeceğimizi bildiğimiz o yolu. 
*
Kalabalıkların kol gezdiği yerde üşür anılar. Yaşamın hacimlere ayrılmış düzeninde, her kapı farklı bir yalnızlığa açılır. ‘Düşünme’ ile işi çok olan ruhların yalnızlığı; avlulu bir sayfiye evidir. Avlulu bir evin yalnızlığı, teknoloji girmiş evlerin yalnızlığına benzemez. Bir tarafta kapılarını kapatınca, kalbinin, aklının özgürlük dansı başlar. Diğer tarafta evinin kapılarını kapatan insan doğayı bile istemez yanına… Kim bilir kiminle paylaşır hayatının yükünü o zaman? Makinelerin soğuttuğu havada, içini çoktan boşalttığı kendisiyle kalır baş başa.


Bir kapının başına ne geliyorsa, insanın ne yaşadığı tahmin edilebilir kolayca… Çalanın, açanın, kapatanın veya kıranın niyetinin ne olduğu kapıdan belli olur. İki yönlü bir hikaye çıkar kapıdan; açıldığında özgürlük orada bekliyor ya da kapandığında oluşan mahremiyette, mecburiyetlerin kalıpları çözülüyor  olabilir. Kapılar kırılarak açıldığında, birisi istediğini almaya gelmiş, kapıları kırarak kaçtığında, birisi istediği şeyin dışarıda olma baskısına dayanamamıştır.

Niyetin ne olduğunu ilk kapı anlar. Bilgelikleri bu yüzdendir. Onlar ilk şahididir insan tepkisinin. Kapıların dışında ise hâlâ ve bıkmadan güzellik aranıp durur duvarların dibinde, sokakların çekilmez kalabalıklarının içinde…

Aradıkça yalnızlığa bulanır insan. Zift gibi olan yalnızlığa. Metruk bir ev gibi olan yalnızlığa…

sevmek korkusu*

" Dünya alabildiğine doludur. Dünyada bakışları birbirine benzeyen birçok insanlar, deniz kenarında yıkanır; dağların üstünde buzlar iç...